Sosyolog, yazar Hilal Kaplan’ın Turkuvaz Kitap’tan
çıkan Ailenin Adı Yok ya da Neden Feminist Değilim adlı kitabı aile, evlilik,
ebeveyn-çocuk ilişkisi, İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddet ve LGBTİ
eşcinsel siyaseti konularını mercek altına alıyor. Kaplan, tespit ettiği
sorunlara ‘içeriden ve buralı’ bir gözle bakarken, dünyadan örneklerle hakikati
gözler önüne sermeye çalışıyor.
Röportaj: Pınar Yıldız Yüksel
Son yıllarda evlenme sayısı azalırken boşanmalar hızla artıyor. Aile içinde değişen dengeler karı-koca ilişkilerinde yeni sorunları ortaya çıkarıyor. Ebeveyn-çocuk ilişkisinde dengeler çok değişti. Birey, her türlü ilişki içinde sorumluluklarını belirlemeye çalışırken denge kurmakta zorlanıyor.
Çünkü, son 100 yılda dünyada, son 20 yılda da Türkiye'de
görülen feminist ve eşcinsel siyasetinin kelime dağarcığı kafaları karıştırdı.
"Yeni dünya düzeni kuruluyor" söylemlerinin ardında aslında yeni aile
şekilleri, çocuklara uygulanan cinsiyet dayatması, kadın kelimesini tarihten
silme çabası gibi feminist eşcinsel siyaset mi var?
İşte tüm bu soruları ve sorunları düşündürten Ailenin Adı
Yok ya da Neden Feminist Değilim adlı kitabın son sayfalarını okurken, yazarı
Sosyolog Hilal Kaplan ile yüz yüze konuşma isteği duyuyorum. Kaplan'nın
öncelikle bir sosyolog olarak yaptığı tespitleri düşündürücü, dünyada ve
ülkemizde olanları analiz ederken "içeriden ve buralı" bir reddiye
ile ele alışını ise cesurca buluyorum. Hilal Kaplan ile bir araya geldik ve
aile kurumunun içinde bulunduğu tehlikeden, neden feminist olmadığına, LGBTİ
eşcinsel siyasetinin dayatmalarından İstanbul Sözleşmesi'ne kadar pek çok
konuyu konuştuk.
İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılmasını protesto eden çok sayıda insan var. Siz başından beri karşı duran taraftasınız. Sözleşmede gördüğünüz tehlikeler nelerdi?
İstanbul Sözleşmesi de her metinde olduğu gibi bir anlamlar
dünyasına ait. Ve o anlamlar dünyası feminist eşcinsel siyasetinin kelime
dağarcığına ait. Unutmayalım ki kelimeler dünyalar yıkar, dünyalar kurar.
Dolayısıyla bizim anlayışımız arasında uzlaştırılamayan bazı farklılıklar
olması gayet doğal.
Peki, nedir bu farklılıklar?
Örneğin sözleşmede cinsel yönelim ifadesi geçiyor. Cinsel
yönelim, eşcinsel siyasetine ait bir kategorizasyon. Şunu belirterek devam
edeyim: Derdimiz günahkârla değil,
günahla olmalı. Çünkü hepimiz günahkârız. Ancak Türk aile yapısına göre
sapkınlığa tekabül eden bir tercihi, meşru kamusal görünürlüğü olan bir siyasi
söylem olarak sunar ve hayat tarzı olarak bayraklaştırırsanız bu tarihsel bir
kırılmayı beraberinde getirir. Bu duruma cinsel yönelim dediğiniz vakit, artık
sapkınlık diyemezsiniz. Çünkü o herhangi bir cinsel yönelimden biri haline
gelir. Sıkıntılı olan durumlardan biri bu. Diğeri ise, sözleşmenin beraberinde
getirdiği bazı zorunluluklar olması. Yani devlet olarak bir sözleşmeye imza
attıysanız devletin tüm kurumlarının buna uyması gerekir. Mesela okullarda
cinsel eğitim verilmesi... Bu cinsel eğitimin içinde LGBTİ denilen grubun
tanımlarının çocuklara öğretilmesi söz konusu. Hatta Polonya bu yüzden
sözleşmeden çekilme kararı almıştı.
Yani aile yapısını dönüştürmeye yönelik de uygulamalar söz konusu.
Kesinlikle. Ancak şunu da belirtmeliyim ki tek başına bir
sözleşme aileyi inşa da etmez, ihya da etmez. Yani İstanbul Sözleşmesini
"koruyucu melek" olarak veya tersine "tüm kötülüklerin
anası" gibi konumlandırmak yanlış. İstanbul Sözleşmesi kaldırıldı diye
bizim aile yapımız mı kurtuldu? En başta biz aynaya bakacağız, çuvaldızı
kendimize batıracağız. Ailemizi koruma noktasında nerelerde eksiklikler var,
nerelerde hata yapıyoruz önce bunları gözden geçirmenin vaktidir.
İstanbul Sözleşmesi'nin arkasında LGBTİ lobisi mi var? Kitapta bununla ilgili de verdiğiniz bir örnek var...
Evet, İngiltere bir okulda çocuklara bu kapsamda cinsel
eğitim veriliyor ve o eğitim sonrasında çocukların nerdeyse yarısının "Ben
bulunduğum cinsiyete ait değilim" dediği görülüyor. Bu hem teşvik edici
hem özendirici hem de çocukların kafasını karıştıran bir durum. Mesela eşcinsel
siyasetinin 'onur haftası' dediği dönemde okullar göndere gökkuşağı bayrağı
çekiyor. Çocuklar da onaylanma isteğiyle, varlığı resmi olarak kutlanan bir
şeye kendini yakın hissediyor. Sözleşme'nin altına imza atmak bir devlet için
"Ben artık bu söylemsel düzene aitim. Bütün
alt kurumlarımı da buna göre düzenleyeceğim" demek.
Sözleşmenin olumlu olan bir kısmı yok mudur?
Hala uygulamada olan doğru kısımlar var tabii. 6284
kapsamında; kadına bağıran, aşağılayan, fiziksel şiddet uygulayan biri varsa,
komşular da duyuyor ve mağdur olduğu biliniyorsa erkek hemen uzaklaştırılıyor.
Bu uygulama olarak hala devam ediyor. Sözleşmeden çok öte devletin Elektronik
Kelepçe İzleme Merkezi var mesela ki çoğu AB ülkesinde yoktur. 7-24 şiddete
meyyali kanıtlanan failler devlet tarafından takip ediliyor ve uzaklaştırma
kararına uymaları kontrol ediliyor.
İstanbul Sözleşmesi'ni kabul etmeyenler kadına yönelik şiddeti önemsemiyor şeklinde bir eleştiri var. Sizin için de "Hilal Kaplan kadını değil erkeği koruyan bir bakış açısıyla bakıyor" diyenler de oluyor. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kadın cinayetlerine özel idam cezası gelse ilk savunan ben
olurum. Medyada ve siyasette erkeklere karşı en sert mücadele veren kadınlardan
biriyim ben. Kimse "Hilal Kaplan ezik bir kadın, kadınların ezilmesini
savunuyor" diyemez. Ben hem kadını hem erkeği, aile çatısı altında
korumayı savunuyorum. Aileyi korumak için de kadın ve erkek ilişkisindeki
adaleti savunuyorum.
“AİLE KURUMUNU YOK ETMEK İSTİYORLAR”
Feminizmin aileye bakışı nasıl?
İkinci dalga yani 1960'lardan beri feministlere göre aile kadını köleleştiriyor. Aile kadını erkeğe zimmetleyen ve eve hapseden bir kurum feministlerin bakış açısına göre. Bu yüzden aileyi yok edilmesi gereken bir kurum olarak görüyorlar. Eğer dürüst feministler varsa bunu kabul ederler. Evli kadına "toplama kampına gönderilmiş bir Yahudi" benzetmesi yapan feminist bile var. Dolayısıyla feministlerin aileyi savunmak gibi bir derdi yok. Tabi maksadınız aileyi savunmaksa o halde kadın ile erkek ilişkisindeki adil dengeyi de savunmak zorundasınız.
Siz kadın-erkek ilişkisi konusunda kimi örnek alıyorsunuz?
Hz. Muhammed'i örnek alıyorum. Hz. Peygamberimizin veda
hutbesinin büyük bölümü erkeklere uyarıdır. Kadına ve erkeğe hem hakları hem de
sorumlulukları adil bir çerçevede ele alınır.
Bu noktada da çoğu zaman "Kadının erkeğin korumasına ihtiyacı mı var?" diye çıkan sesler var...
Evet, feministler önce "Neden emanet olalım, bizim
kimsenin korumasına ihtiyacımız yok" diyorlar, sonra da "Devlet
kadını korumalı, kadına özel kanunlar çıkarmalı, pozitif ayrımcılık
yapmalı" diyorlar. Bir yetki merciinden kadına yönelik ayrımcılık
istiyorsun. Hani kadının korunmaya ihtiyacı yoktu? Erkeğin fiziksel gücü daha
fazla olduğu için kadının korunmaya ihtiyaç duyduğu şeyler tabii ki vardır.
Devlet bu konuda üzerine düşeni yapmıyorsa devlet de suçludur. Ben durduğum
noktada bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Çünkü
kendimle çelişmiyorum.
Günümüzde boşanmaların arttığını görüyoruz. Yeni nesil kurulan ailelerde boşanmaları arttıran sorunlara dair gözleminiz var mı?
Kadın erkek rolleri son 100 yılda, tarihin daha önce hiçbir döneminde olmayan şekilde değişti. Bunun yanı sıra son 20 yılda da Türkiye'de çok hızlı bir değişim yaşandı. Hatta bunu köy ve şehir olarak da ayırmaya gerek yok. Çünkü herkesin elinde telefon var. Köylerde "elalem ne der" sözü bir kontrol mekanizmasıdır. Aslında bu kadınları da korur. Yani bir üst otorite vardır ama şehirde bu kayboldu. Bunun da bir etkisi var. İkincisi sosyal medya... Sosyal medyayı bir açıyor; müthiş aşklar, şahane evler, hediyeler görüyor. Sonra kapatıp kendi evine bakıyor ve bunların hiçbirini göremiyor. "Kocam en son ne zaman çiçek getirdi, hediye de almıyor" diye düşünüyor ve bir anda mutsuz oluyor. Erkekler de yaşayabileceği hayat bağlamında farklı şeyler görüyor. Karşı cinse ulaşma konusunda rahat olunabildiğini fark ediyor. Boşanmalara giden önemli sorunlardan biri bu. Yani ortada çok hızlı bir sosyolojik dönüşüm var ve aile de bundan en çok etkilenen kurum oluyor.
Kitabınızda bahsettiğiniz önemli bir konu da LGBTİ'nin dönüşebileceği evreler ve çocuk eşcinseller...
LGBTİ günümüzde ülkemizde de daha görünür hale geldi.
Bayrakları gökkuşağı, sloganları "Aşk kazanır" yani çok insancıl,
hümanist, herkes mutlu olsun, özgür olsun gibi bir bakış açısı görünüyor. Karşı tarafı da sürekli "Siz
baskıcısınız, zorbasınız" gibi söylemlerle ötekileştiriyorlar. Oysa Harry
Potter serisinin yazarı J.K. Rowling'i "kadın vardır" dediği için
bile linç ettiler. Tek suçu kadın kelimesini kullanmak. Çünkü onların
anlayışına göre kadının da erkekliğin de bir hakikati yok. Yani aslında kadın
da yok, erkek de yok... Amaçları
"cinsiyetsiz bir dünya" inşa etmek.
“CHP'Lİ MECLİSLERİN ÜRKÜTEN ÇABASI”
Peki, çocuk eşcinselliği nasıl yayılıyor?
CHP'li bir belediye geçen sene 23 Nisan'da "LGBTİ
çocuklar vardır" diye broşür bastırdı. Bu bir başlangıçtır. Batı Avrupa
ülkeleri ve ABD ile Kanada'da çocuğun üç yaşındayken karşı cinsiyetten olduğunu
söylüyorsa, onu doğruya yönlendirmen suç haline gelmeye başladı. Bu sebeple
velayeti kaybeden ebeveynler var. Üç yaşındaki çocuğa "Ateşe
yaklaşma" diyebiliyorsun ama "Oğlum, sen erkeksin" demen yasak.
Ergenliğe gelince de o çocuklara "hormon tedavisi" altında zehirler
zerk ediliyor ve bu devlet desteği ile koruması altında gerçekleştiriliyor.
CHP'ye bağlı LGBTİ meclislerinin bunu meşrulaştırma çabası hepimizi ürkütmeli.
“KADIN KELİMESİNİ SİLMEYE ÇALIŞIYORLAR”
LGBTİ, tarihten kadın öznelliğini silmeye çalışan bir hareket mi?
Aynen öyle... Kadın kelimesini silmeye çalışıyorlar. Kadın
yerine 'adet gören insanlar' tabirinin kullanılmasını istiyorlar. Eğer bu
söylemi kabul etmiyorsan hemen saldırıyorlar ve asıl zorbalığı kendileri
yapıyor. Mesela, İngiltere'de bunu kabul etmeyen bir psikoloğun lisansını iptal
ettirmeye çalışıyorlar. Balkanlar'da malum ABD çok güçlüdür. Bazı Müslüman
Balkan ülkeleri "LGBTİ'yi tanımazlarsa ABD fonunu çekeriz, şu alanlarda
yardım yapmayız, sizi politik olarak sıkıştırırız" diye tehdit ediliyor.
Yani sadece insan gruplarının karşı çıkan bireyleri işten attırırız diye
baskısı yok, devletlerin de devletlere baskısı söz konusu. Dolayısıyla
istedikleri kadar renkli bayrakları ya da aşka vurgu yapan söylemleri olsun,
altını kazıdığınızda "Sizi yok ederiz" zorbalığını görüyorsunuz.
Hegemoni kurma çabası var.
Böyle bir hegemonya sizi korkutmuyor mu?
Türkiye'de eşcinsellere uygulanan şiddete karşı çıkan ve
bunu yazan ilk Müslüman yazar benim. Travestiler sokaklarda polis şiddetine
uğradığında buna karşı çıkan bendim. Bunun rahatlığı ile kimsenin herhangi bir şekilde
şiddete uğramasını desteklemem. Benim derdim günahkârla değil günahla...
Günahın meşrulaştırılıp kamusallaştırılmasıyla... Eşcinsel olan insanları asla
hedef almıyorum ama eşcinselliği bir hayat tarzı ve siyasa olarak kamusal alanı
tanzime yönelen politika biçimlerine karşı mücadele etmeyi vazife biliyorum.
“ERKEKLERE DE ELEŞTİRİLERİM VAR”
Eleştirilerinizi yaparken temel alarak dini mi alıyorsunuz?
Evet, ben eleştirilerimi yaparken dini temel alıyorum. Bu
anlamda erkeklere de eleştirilerim var. Erkek dediğin "evin
imamı"dır. İmam işten gelince televizyon karşısında ayaklarını uzatıp
keyfine bakan, ne karısına ne de çocuğuna beş dakikasını ayırmayan bir adam
mıdır? Böyle bir adam ailenin imamı olabilir mi? Eşine üç kuruş alışveriş
parası verdiği için bunu başına kakan erkekler "evin imamı" olabilir
mi? Çocuğunun başını okşamaktan aciz bir erkek "evin imamı" olabilir
mi? Olamaz. Yani erkekler kendilerine düşen görevi yerine getirseler gerçekten
aile kurumunun yerinde kalması açısından işin yarısından çoğu yapılmış olacak.
Bunu feminist bir noktadan yapmak zorunda değiliz. Ancak bahsettiğim dengeleri
kurabilirsek biz bunu gerçekleştirebiliriz. Haklar vardır ama o hakları hak
edebilmek için de vazifelerimizi yerine getirmek gerekir.
Ailenin Adı Yok Ya Da Neden Feminist Değilim
Hilal Kaplan
Turkuvaz Kitap