logo

Mustafa Akar: ''Bugün edebiyatta da, siyasette de sınavımız yerlilik sınavıdır''

Mustafa Akar: ''Bugün edebiyatta da, siyasette de sınavımız yerlilik sınavıdır''

Öncelikle Coğrafya Kederleri’nin kitaplaşma serüveninden bahseder misiniz?

Coğrafya Kederleri bir süredir dergilerde yazıp yayınladığım yazılardan oluşuyor. Bir kısmı da gün yüzüne çıkmamış denemelerdir. Özellikle kitap ve okuma üzerine olan kısmı diyebilirim. Dönüp baktığımda yazdıklarımın kendi içinde tutarlı bir toplama gittiğini fark ettim. Bu toplam da, gide ede coğrafya meselesine vurgu yapmaya başlamıştı. Denemeleri bir araya getirmenin, düşündüğüm meselelerin toplu halde görülmesini kolaylaştıracağını düşündüm. Kitap üzerine bizim Doğukan İşler ile konuşurken, denemelerin ortak konusunun “coğrafya” olduğunu o da fark etmiş ve kitaba her zamanki muzipliğiyle neden Coğrafya Kederleri ismini vermediğimi söyleyince aklımda ışık yandı. Ve kitap yayımlanmış oldu böylece.

Şiir, öykü ve deneme yazıyorsunuz, bu sanatsal çeşitliliğin birbirlerine yansıması nasıl oluyor?

Ben aslında sadece şiir yazıyorum. Diğer yazdıklarım, şiir yazdığım için ortaya çıkan ürünlerdir. Ama şairlerde genelde bir yerden sonra düşündüklerini başka yazı türleriyle söyleme ihtiyacı hâsıl olur. Denemeciliğim de, öykü yazma girişimim de oradan. Bir de Baudelaire’in “düzyazıda bile şair ol” sözüne tam da bu sebepten uyarım.

Yerliliğin, yaşadığımız topraklara ve o toprakları süren düşünce biçimlerine bir sevgi sınırı çizmekten öte, bir var oluş savaşı olduğunu söylüyorsunuz. Bu durum bana biraz kitabın ismini de düşündürüyor, kader değil keder; bir bakıma insanın yerliliği kederi belki. Bu bağlamda isim bilinçli bir seçim miydi?

Tabii ki. Bugün edebiyatta da, siyasette de sınavımız yerlilik sınavıdır. Batı kültürü yüz yıldır kültürün yalnızca kendi belirlediği sınırlar çerçevesinde yapılabileceğine ikna etmek istiyor insanları. Başka edebiyat, başka müzik, başka sinema bile yine onun belirlediği sınırlar çerçevesinde ortaya çıksın istiyor. Verdiği ödüllerdeki iksir odur. Oysa bir İran sineması, bir Afrika müziği, bir Türk şiiri… O sınırın güzergâhında dolaşmıyor. Kendi çizdiği sınırla var olmak istiyor. Biraz literatür karıştırdığında görürsün zaten, bu uygarlık biçimi artık tükenmektedir. Batı’nın çizdiği sınırlar patlıyor birer birer. O yüzden cinsel kimlik, azınlık hakları falan konularında dolanıp duruyorlar.

Hüzün genelde gündelik bir ‘’telaştır’’, melankoli ise hep kalıcıdır, diyorsunuz, bunu biraz açar mısınız? Bugün geçici ve kalıcı olanın arasında sıkışmış olanın hüznü neye dâhildir?

Benim oradaki iddiam, hüzün yerlidir, melankoli Batılıdır meselesidir. Hüzün bizde, doğmuş olmanın hüznüdür. Doğmuş ve dünyaya fırlatılmış olmanın hüznüdür. Melankoli gibi bir hastalık değildir. Hayatın ortasında ölümü hatırlamanın hüznüdür. Ölüme yaklaştıkça hayatı sevmenin hüznüdür.

Peki, son olarak bugünlerde neler okuyorsunuz?

Elbette birçok kitap. Ama bir süredir Kuzey Avrupa edebiyatına garip bir ilgi gelişti bende. Çünkü dil olarak da bize uzak bir coğrafya ve edebiyat. Ve kapitalizmin laboratuvarı neredeyse. Hatta dünyada fakiri olmayan ülkeler bunlar. Öte yandan, çok garip bir şekilde Batı kültürünün derinlemesine bir eleştirisinin de yapılabildiği bir edebiyat. O yüzden bu dillerden Türkçeye tercüme edilen hemen her şeyi okudum, okumaya devam ediyorum.

 

Teşekkür ederiz.