Öncelikle
Coğrafya Kederleri’nin kitaplaşma
serüveninden bahseder misiniz?
Coğrafya Kederleri bir süredir
dergilerde yazıp yayınladığım yazılardan oluşuyor. Bir kısmı da gün yüzüne
çıkmamış denemelerdir. Özellikle kitap ve okuma üzerine olan kısmı diyebilirim.
Dönüp baktığımda yazdıklarımın kendi içinde tutarlı bir toplama gittiğini fark
ettim. Bu toplam da, gide ede coğrafya meselesine vurgu yapmaya başlamıştı.
Denemeleri bir araya getirmenin, düşündüğüm meselelerin toplu halde görülmesini
kolaylaştıracağını düşündüm. Kitap üzerine bizim Doğukan İşler ile konuşurken,
denemelerin ortak konusunun “coğrafya” olduğunu o da fark etmiş ve kitaba her
zamanki muzipliğiyle neden Coğrafya Kederleri ismini vermediğimi söyleyince
aklımda ışık yandı. Ve kitap yayımlanmış oldu böylece.
Şiir,
öykü ve deneme yazıyorsunuz, bu sanatsal çeşitliliğin birbirlerine yansıması
nasıl oluyor?
Ben aslında sadece şiir
yazıyorum. Diğer yazdıklarım, şiir yazdığım için ortaya çıkan ürünlerdir. Ama
şairlerde genelde bir yerden sonra düşündüklerini başka yazı türleriyle söyleme
ihtiyacı hâsıl olur. Denemeciliğim de, öykü yazma girişimim de oradan. Bir de
Baudelaire’in “düzyazıda bile şair ol” sözüne tam da bu sebepten uyarım.
Yerliliğin,
yaşadığımız topraklara ve o toprakları süren düşünce biçimlerine bir sevgi
sınırı çizmekten öte, bir var oluş savaşı olduğunu söylüyorsunuz. Bu durum bana
biraz kitabın ismini de düşündürüyor, kader değil keder; bir bakıma insanın
yerliliği kederi belki. Bu bağlamda isim bilinçli bir seçim miydi?
Tabii ki. Bugün edebiyatta da,
siyasette de sınavımız yerlilik sınavıdır. Batı kültürü yüz yıldır kültürün
yalnızca kendi belirlediği sınırlar çerçevesinde yapılabileceğine ikna etmek
istiyor insanları. Başka edebiyat, başka müzik, başka sinema bile yine onun
belirlediği sınırlar çerçevesinde ortaya çıksın istiyor. Verdiği ödüllerdeki
iksir odur. Oysa bir İran sineması, bir Afrika müziği, bir Türk şiiri… O
sınırın güzergâhında dolaşmıyor. Kendi çizdiği sınırla var olmak istiyor. Biraz
literatür karıştırdığında görürsün zaten, bu uygarlık biçimi artık
tükenmektedir. Batı’nın çizdiği sınırlar patlıyor birer birer. O yüzden cinsel
kimlik, azınlık hakları falan konularında dolanıp duruyorlar.
Hüzün
genelde gündelik bir ‘’telaştır’’, melankoli ise hep kalıcıdır, diyorsunuz,
bunu biraz açar mısınız? Bugün geçici ve kalıcı olanın arasında sıkışmış olanın
hüznü neye dâhildir?
Benim oradaki iddiam, hüzün
yerlidir, melankoli Batılıdır meselesidir. Hüzün bizde, doğmuş olmanın
hüznüdür. Doğmuş ve dünyaya fırlatılmış olmanın hüznüdür. Melankoli gibi bir
hastalık değildir. Hayatın ortasında ölümü hatırlamanın hüznüdür. Ölüme
yaklaştıkça hayatı sevmenin hüznüdür.
Peki,
son olarak bugünlerde neler okuyorsunuz?
Elbette birçok kitap. Ama bir
süredir Kuzey Avrupa edebiyatına garip bir ilgi gelişti bende. Çünkü dil olarak
da bize uzak bir coğrafya ve edebiyat. Ve kapitalizmin laboratuvarı neredeyse.
Hatta dünyada fakiri olmayan ülkeler bunlar. Öte yandan, çok garip bir şekilde
Batı kültürünün derinlemesine bir eleştirisinin de yapılabildiği bir edebiyat.
O yüzden bu dillerden Türkçeye tercüme edilen hemen her şeyi okudum, okumaya
devam ediyorum.
Teşekkür
ederiz.